Finallerden vakit bulamadığım için bir türlü yazamadığım ikinci
yazım için konu düşünürken kulağıma bir takım notalar çalındı. Ben de sizi beraberimde bu notaya sürüklemeye
karar verdim.
Bu sefer hep beraber 400 yıl öncesine gidelim istedim.
Kökleri Afrika’ya dayanan bir müzik türü “blues”. İsmini ise Batı Afrika
kültüründeki cenaze ve yas törenlerinde kullanılan ve acıyı ifade eden çivit
renginden alıyor. Blues 17. yüzyıldan itibaren Afrika’dan gelen kölelerin
tarlalarda çalışırken söyledikleri, hüzün,umut,özgürlük,acı temalı şarkılardan
doğuyor.
1865’ten sonra köleliğin kaldırılmasıyla Amerikan toplumunda
da hızla yayılıyor ve 20.yüzyıla ulaşıldığında Amerika’nın pek çok şehrinde
blues melodileri duymaya başlıyoruz. Şehirlerdeki kültürlerle birleşip çığ gibi
büyüyen blues yeni türleri de doğurdu zaman içinde. 1930’lara gelindiğinde
blues tüm dünyaya yayılmıştı.
Blues, Amerikan toplumuyla buluşunca tabii olarak bir tavrı
bir zümreyi de ifade etmeye başladı. Öyle ki erkekler cepken ve şapkalarla
tamamlanmış takım elbiseler giyer papyon ya da fular takarlardı.Kadınlar da çoğunlukla bileğe kadar
uzanan ihtişamlı elbiseler giyer, tüylerin taşların süslediği şapkalar, broşlar
takar ve o dönemlerde müzik yapılan kulüplere giderlerdi. Birinci Dünya Savaşı
ardından yaşanan kasvetli ortamdan ve sıkıntılardan kaçış yolu oluyordu müzik.
Moda dünyasında “Jazz Ages” olarak adlandırılacak bu dönem de böylece başlamış
oluyordu.
Dönemin sanatçılarında da o ihtişam gözlenmekteydi. Sahnelere
çıkışı 20.yüzyılın başlarına rastlayan Ma Rainey bu dönemi şüphesiz en güzel
yansıtan sanatçılardan. Bu yüzden olsa gerek kendisine “The Mother Of Blues” –
Blues’un Annesi denecekti. Yine aynı dönemde ses getiren bir diğer isimse
Bessie Smith’di. İlk kayıtlarını 1920’lerin başında yapan Bessie Smith pek çok
hit şarkıya imza attı ve “Downhearted Blues” şarkısı ile dönemin müzik listelerinde
1 numaraya yükseldi. Yine aynı şarkıyla 2006 Grammy Ödül Töreni’nde “Hall Of
Fame” ödülüne layık görüldü ki bu kendisin aynı ödülü üçüncü kez alışıydı.
Blues, öyle bir dönemde yayıldı ki Amerika’da, köleliğin ve
bununla beraber Afro-amerikan halkın kendini ifade ediş biçimi haline geldi. Bundan
dolayı pek çok Hollywood yapımı filme de konu oldu. 2009 yılında Disney,
bilinen “Kurbağa Prens” masalına farklı bir boyut kazandırarak bizleri, "Prenses ve Kurbağa" filmi ile blues
ve cazın yayıldığı 1912 New Orleans’ında idealist ve siyahi bir genç kızın öyküsüne
ortak etti.
Blues, bir halkın dile geliş biçimiydi aslında. Zamanla tüm
dünyaya mal oldu ve bugünkü pek çok müzik türüne zemin hazırladı. Önümüzdeki
yazılarda bundan bahsediyor olacağım. Umarım keyifle okumuşsunuzdur. Şimdilik
hoşçakalın J
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder